DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Gominis Bebeler

Sesli Dinle

İçinde bulunduğumuz hafta üniversite adaylarının tercih haftası olacak. Tercih yapacak binlerce adayın aslında “neyi” tercih edeceğinden haberi olmayacak…

10.08.2020
23.808
A+
A-

Fotografik bir hafızaya sahibim azizim bundan dolayı olsa gerek birçok anı, olay, sima aklımda kalır. Hafızamda tutmak için uğraşmıyorum ama kalıyor işte. Bir lütuf belki de bir yük. Ortak geçmişimiz olan arkadaşlarla bir araya gelsek “Bunu nereden hatırladın?” Diyen çok oluyor.

Örnek vereyim. Tam 31 sene önce en kral Adana Demirspor taraftarı dediğim babam, sokakta oyun oynarken yanıma gelip, “Gel oğlum hadi gidiyoruz.” Demişti. Ben de elimdeki tozu ellerimle çırpıp, üstüme sürdükten sonra peşine takılmıştım. Altımda şort ve ayağımda deri sandalet vardı.

O zaman Mersinde ikamet ediyorduk. Hatta bulunduğumuz sokak 2071’di.  Babam ne zaman “gel oğlum gidiyoruz” derse, mutlaka mutlu olacağım bir şey olurdu. Bulunduğumuz sokaktan çıkıp sola döndük. “Kurdali” tarafına yöneldik. Nereye gideceğimizin bir önemi yoktu ben mutlu olacağıma inandığım için keyfim yerindeydi. Uzunca bir duvarı geçtikten sonra, iki büyük kapısı olan girişten içeri girdik. Kapıdan geçtiğimizde çok geniş bir alanla karşılaştım ve yolumuz üzerinde kapıdan binaya girene kadar sağlı sollu duran bir şeyler görmüştüm. O gördüğüm şeyleri ilk defa gördüğüm için ve alanın ortasında dımdızlak durduğu için nedense şaşırıp kendi kendime konuşmuştum “bunlarda ne böyle?” Diye.  “Bank oğlum onlar.” Demişti babam. Yeri geldiğinde en kısa konuşan adam olurdu babam. Binaya doğru yürümeye devam ediyorduk. Birkaç saniye sonra, “Bunun neresine para yatırılıyormuş ki?” Deyince babam dönüp gülümseyerek, “Bu o değil oğlum.” demişti. Babam, yeri geldiğinde en samimi gülümseyen baba olurdu. Gülerken gözlerinin kenarında kazayağı oluşurdu.

Bir zaman sonra o büyük kapılı yerin “Ersoy İlkokulu” olduğunu öğrenecektim. Demem o ki daha okula ilk girişte, okulla alakalı şeyleri yanlış anlamaya başlamıştım ve uzunca bir süre de yanlış anlamaya ya da anlamamaya devam edecektim.

Şimdi anne, babalarımızı yadırgamamak lazım. Vizyonları çerçevesinde yardımcı oldular, çabaladılar, ellerinden gelenini en iyisini yapmaya çalıştılar. Kesinlikle haklarını ödeyemeyiz orası ayrı. Her şeyin bir biçimsel yolu varmış zamanla öğrendik işte. Yanlış anlama serisi öylece kalmadı, şubem 1B idi ve sürekli 1D’ye gidiyordum. B-D harflerini bir birinden ayırt edemiyordum ki. En sonunda canım annem bir kaç defa gelmişti de teneffüslerden sonra beni 1B’ye bırakıp bekliyordu. Burada sorun neredeydi bilemem ama 4.5 yaşında ilkokula başlayan bende olmadığı kesindi. Daha sayfalarca şey hatırlayıp yazarım aslında. Değinmek istediğim konu aslında böyle durumlarda bir bilene danışılarak mı hareket edilmeliydi? Şimdi ellerinizden öper iki evladım oldu. Çocuk yetiştirmek aslında her an uyanık olarak çalışmayı gerektiren bir meslekmiş. Ben de yeni öğreniyorum sayılır. Şu şartlarda, bunca bilgiyle bizler hangi harekete, hangi hamleyi yapmamız gerektiğini bilemiyoruz. O dönemde, o şartlarda bizi iyi yetiştirmişler diyorum doğrusu.

Yine o okulda dördüncü sınıfta dönem arasındaydık. 92-93 eğitim yılıydı karnelerimizi almaya gitmiştik. Öğretmenler ortada yoktu. Bütün öğrenciler okul bahçesinde karnemizi almayı bekliyorduk. Epey bir süre bekledikten sonra karnelerin yetişmeyeceği, evlerimize gitmemiz gerektiği anonsu yapıldı. O sırada sağdan soldan duyduğumuz bir nameyi hep bir ağızdan söylemeye başladık. “Akdeniz, Karadeniz karnemizi isteriz.” diye. Ne kadar çocuksu ve ne kadar da masumaneydi. Bizim gibi düşünmeyen velilere “Anarşist” görünmüş olacağız ki pata küte dayak yedik. “Anarşik, Gomins sıpalar” diye diye dövmüştü adamın biri.  Hocalar etrafta yoktu ve elin adamı bizi dövmüştü. Elin adamı bizi kendi dünyasında dövmeye hakkının olduğu hükmünü vererek dövmüştü. Ne yapacağımızı bilemeden, yediğim dayağın şoku ile duvarın bir köşesinde oturup kalmıştım. Hatırlıyorum; ayağımda cırtlı spor ayakkabı, altımda kumaş pantolon ve üstümde siyah önlüğüm vardı. İşte coğrafyanın “kader” olduğunu o zaman bilemeyecektik. Coğrafyanın “kader” olduğunu çok geç öğrenecektik. Aslında Babama gidip anlatsam, o adamı bulur eşek sudan gelinceye kadar dövebilirdi. Çünkü Babam, yeri geldiğinde inanılmaz kavgacı bir adam olurdu. Aslında sorun yanlış zamanda, yanlış yerde olmakla başlamıştı. Sorun gerçekten coğrafyanın kader olmasıydı.

Ortaokul haylazlıkları, lise koşturmacası derken asıl önemli sınavımı da atlatamadım. Sınav derken üniversite sınavından bahsetmiyorum. O yaşta bana “tercih yapma zorunluluğu” düşüncesi yüklenmiş olan zahiri sınavdan bahsediyorum. Bütün gençlerimizin başına bela olan, fiktif sınavdan bahsediyorum. Geleceğimizi inşa edeceğimizin kararını almamız gereken sınavdan. Kendi meziyetlerimizi dahi tam olarak öğrenememişken, tercih yapılma zorunluluğu olan sınavdan bahsediyorum.

İçinde bulunduğumuz hafta üniversite adaylarının tercih haftası olacak. Tercih yapacak binlerce adayın aslında “neyi” tercih edeceğinden haberi olmayacak. Birçoğu tercih yapmak için yapacak. Birçoğu değişiklik için tercih yapacak.  Okulu yarıda bırakıp gidenler olacak, yanlış bölümde olduğunu düşünerek başka bölümlerde okumak için yeniden sınava giren olacak.

Burada gençlerimize, doğru mentörlüğün “nasıl?” yapılacağı hala meçhul aslında. Kendilerini bulmalarına sabrımız kalmıyor. Mahalle baskıları, eş dost baskıları gençlerimizi kıskaca alıp yanlış tercihler yaptırabiliyor. Oraya gelene kadar coğrafyalarına, dolayısıyla kaderlerine, nasıl etkimiz olmuş ona bakmamız lazım. Her zaman derim; baktınız üniversite olmuyor zorlamayacaksın. Hemen kurulur bir firma. Ben finansal danışmanlık yaparım hem de bilabedel.

Son olarak kendi üniversite başlangıcım dan bahsedeyim. Babam beni üniversiteye göndermek için otobüs durağına gelmişti. Yirmi sene önce üniversite kazanmanın ayrı bir havası vardı, sevinmişti. Kader olan coğrafya buydu işte. Nereyi kazandığının bir önemi yoktu o zaman, dört yıllık olması iyiydi. Yol boyunca öğüt vermişti. Otobüse binmeden çevresinde soranlara “dört yıllık kazandı bizim ki, hazırlıkla beş yıl.” diye prezantasyon yapıyordu. Sonra kenara çekip öğüt vermeye devam etti “Oğlum, Kır atın yanında yatan ya huyundan kaparmış ya suyundan.” dedi. Yeri geldiğinde Babam; taşı gediğine oturtacak çok güzel sözler söylerdi.  Benimse o zaman aklımda “hemen binsem de gitsem” heyecanı vardı. Gittik. Okumak zorunda kaldık. Zorla okuduk. Üniversiteyi de zor bitirdim. Her şey zorlamayla oldu yani.

Gençlerin kaderlerini kolaylaştırmak lazım işlerini değil.

Peygamber Efendimizin Buyurduğu üzere;

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”

YORUMLAR

  1. Hasan Altınay dedi ki:

    Herkesin kendine bir pay çıkaracağı güzel bir yazı. Zevkle okudum. Eline sağlık.