DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Ebyaz Üzerine

27.07.2020
27.920
A+
A-

Kendimi bildim bileli uyandığım saat bellidir. 07:21. Neden 07:20 ya da 7:30 değil bir fikrim yok. Biyolojik saat işte, bu saatte çalıyor galiba. 10 sene önce olsaydı bir hışımla yataktan kalkardım. Esneme hareketlerimi yapıp şınav çekmeye başlardım. O gece ben uyurken ne olduysa, sabah yataktan eskisi gibi kalkamamaya başladım. Uyanma rutinim şu hale bürünmüştü; Uyanıyorum bilincim açık ama gözlerimi açamıyorum. Yatakta put gibi yatıyorum ve bekliyorum. Kalbimin atışını hissediyorum “Pıt pıt”, “pıt pıt”. Hissetmek kelimesi az bile gelir. Odanın içinde çalan bir davulu duyar gibi duyuyorum “Güm güm”, “güm güm”. Hatta Sanki kalp ben olmuşum da atıyorum “Bam bam”, “bam bam”. Yani kalp dile gelseydi atışına nasıl bir efekt verirdi bilemem tabi. Gözüm hala kapalı sadece sesler var. Oda da yürüyen örümceğin ayak sesleri “fıtıfıtıfıtı”.  Evin her hangi bir yerinde uçan bir sineğin kanadından gelen “vız vız”. Hala hareket edemiyorum hatta vücudumun hiçbir uzvunu hissedemiyorum “Ah, ah”.

Bekliyorum beklediğim her saniye sanki saat gibi geçiyor. Vücudumun her yerini oynatmaya çalışıyorum nafile. Bekliyorum gözlerim kapalı, bilincim açık, vücudum hareketsiz. Ne kadar süre geçtiğini bilmediğim bir zaman sonra sağ ayak başparmağımın kıpırdadığını hissediyorum. “Kıpırdadı mı acaba?” diyorum içimden – zaten dışımdan diyemem dudaklarım dahi hareket etmiyor-.  Başparmağımı tekrar oynatıyorum. “Evet, kıpırdadı”. Tekrar, tekrar ve tekrar. Hareket etmek ne güzelmiş. Sonra diğer ayak parmaklarım kıpırdıyor. Ayak bileklerim ise bir süre sonra hareket ediyor.

Bağırmak istiyorum evde elli tane hizmetçi var illaki birisi gelir ama dudaklarımı hareket ettiremiyorum, ağzımı açamıyorum. Sanki üstüme birisi oturmuş da ağzımı gözümü kapatmış. Hala vücudumun her bir organını hareket ettirmeye çalışıyorum olmuyor, sadece ayaklarım hareket ediyor. Beynim, beyinciğim ya da amigdala yani beynin hangi parçası, vücudu organları hareket ettiren organsa dile gelse isyan bayrağını açardı; “ne kadar çok hareket emri alındı” diye. Bir süre sonra diz kapaklarım oynadı, evet. Daha sonra bacaklarım hareket etti. Belimi ise hala hareket ettiremiyorum. İçim şişti, bağıramıyorum, konuşamıyorum Allah kahretmesin. Midemde taş mı var, bağırsaklarım mı dolu? Kusabilir miyim acaba? İçimden bir süre bağırdıktan sonra boynumu ve kafamı hareket ettirebiliyordum omuzum ve kollarım nihayetinde ellerim hareket ediyor. Doğum hakkında bir bilgim yok ama kendimi doğuruyorum galiba. Tuvaletim mi var? Hayır. Yoksa çişim mi var? Ellerim ayaklarım her yerim hareket ediyor. Beş metrekarelik kocaman yatağımda doğruluyorum. Oturup bekliyorum. Rahatladım kendimi doğurdum ama içim rahat değil. Müthiş bir huzursuzluk var içimde, şair olsaydım bu huzursuzluğa mesnevi yazardım. Ellerimi yavaşça yüzüme götürüyorum. Parmaklarımı gözlerime değdiriyorum. Hissettiğim şey de bir sorun olmalı yanlış şeyi hissediyorum galiba tekrar elimi gözlerime götürüyorum. Göz kapaklarım açık, gözlerime dokunuyorum. “Nasıl yani?” sesim de yerine gelmiş. Kirpiklerime dokunuyorum evet, göz kapaklarım açık ama gözlerim görmüyor. “Nasıl yahu, Nasıl olur?” Ses tonumda kırgınlık, huzursuzluk yok kızgınlık var. Tekrar elimi gözlerime götürüyorum. Heyhat. Yüzlerce defada götürsem değişmeyecek.

Artık o elli hizmetçi, benim “Nasıl ya!” çığlıklarımı duyarak odamda bitiverdiler. İçeri girdiklerinde beni yerde kıvranır ve çığlıklar atar bir halde buldular. Sinir krizim o kadar uzun sürmüş o kadar çok kendime ve çevreme zarar vermiştim ki beni sakinleştiremeyeceklerini anlayıp kendi halime bıraktılar. Boksör olduğumu söylemiş miydim doksan kilo, bir doksan boyunda bir boksör. O kadar hareketliydim ki beni izleyenler altmış kilo sanırdı. Sağa sola vurup kendime zarar vermeye başladığımda bir “Tıs” sesi ve kalçamda bir acı hissettim. Bir zaman sonra o acının beni sakinleştirmek için vurulan iğne olduğunu duydum. O atılan üçüncü ineymiş. Normalde kurbanda kaçan büyükbaş hayvanları yani danaları tosunları sakinleştirdikleri iğneden yapılmış.

Babamın Karun kadar zengin olduğundan bahsetmiş miydim? O günden sonra aylarca, yıllarca sebebinin ne olduğunu bulamadan; Hastane, doktor, şifacı ana, koca karılar, uzak doğuda keşişler gezdik.  Bulamadık yirmi temmuz akşamı zımba gibi yattığım yataktan ölü gibi uyandım. Doğrulduğumda ise görme engelli oldum. Görmezden geldiğim engellileri o zamandan sonra anlamaya başladım. Artık göremiyordum ama görmezden de gelemiyordum. Ne kadar kaotik. Görürken görmezden geldiğim görme engellilerini göremeden, görmezden gelmiyordum.

Bu arada kendimi takdim etmedim. Benim adım Ebyaz, Osmanlıca en beyazdan daha beyaz demekmiş. Mavi gözlü Ebyaz. Kör olduktan sonra çivit mavisi olmuş gözlerim. Allah’a serzenişte bulunurdum: “Allah’ım neden gözlerim mavi değil?” diye. Cenabı Rabb’ın trajikomik bir espri anlayışı olsa gerek. Çivit mavisi olmuş gözlerim ama göremiyorum. “Allah’ım, Vallahi şaka yapmıştım.” derim ama bu sefer de beni ciddiye almadığını düşünürüm. Siz benim oryantalist jargonuma bakmayın; Allah, kitap, tasavvuf, mezhep, şiir, çizgi roman, Andy Varhol, Kafkaesk vesaire çok şey bildiğimi düşünürüm iddia etmem, düşünürüm. Yeter ki muhatabımı ikna etmek, mantığına hitap etmek isteyeyim. Kör olmadan önce çok okurdum. Kör olduktan sonra da sadece bana kitap okuması için birisini tuttum. Okumak önemli, okumak ibadet, okumak ritüel, okumak aşk, okumak tensel bir temas, okumak yarenin kiraz dudağına bir buse, okumak sayamayacağım daha çok şey. İlk ayet, ilk emir işte “Oku!”

Annem, ben doğduğumda hakkın rahmetine kavuşmuş. Babam ise hep beni annemin ölümünden sorumlu tutmuş olsa gerek, yılda anca birkaç defa görüşürüz. Sağ olsun parası, adı ve nüfuzu sevgisinin yerini tuttu ya da ben materyalist bir kafadayım. Maddiyata daha çok önem veriyorum da sevgiyi arka plana atabiliyorum. Zaten bilmem kaç şirketi olduğu için görüşmeye fırsatımız olmaz onun da pek umurunda olduğunu sanmıyorum. Kör olduğumda dahi hastaneye gelmedi. Evdeki hizmetçi sayısı elliydi, altmış oldu o kadar. Bu da bizim pedere has sevgi belirtisi olsa gerek. Ayrıca eklemem de yarar var, anne ve baba sevgisi olmadı mı insan merhametsiz ve vefasız oluyor. İnsanda en olması gereken iki şey bende yok, yokluğunu hiç hissetmedim. İnsan da vefa olmayınca aşk da olmuyor, merhamet olmayınca sevgi de olmuyor. Bunların üstüne bir de kör olduğunuzu düşünün. Ne kadar da yumuşak bir diken, ne kadar da acınası bir profil ama tam tersi ne kadar da gaddar ve ne kadar muhteris olduğumu bilmez muhatabım.

 

2024 yılında yayınlanacak kitabımdan bir bölüm.

YORUMLAR

  1. Ramis dedi ki:

    Kitabı merakla bekliyoruz