DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Rukh

Sesli Dinle

Bu kadar hikâyeyi neden anlattığıma gelince, bir ben bir storyteller’ım. İki Rok çok özel bir hamledir. Üç hayatta bir şeyler öğrenmek için başınıza bir şeyler gelmesine gerek yok.

Rukh
20.01.2021
12.552
A+
A-

Net tarihi hatırlamıyorum ama 1990 belki 1991. Okuma dersi için kitap getirmeyi unuttuğumu fark ettim. İlk ders arasında, okulun yakınında olan İl Halk Kütüphanesine gittim kitap almak için. Tabi o zamanlar kitap okumakla aramız yok. Kulağı çınlasın Halil Hoca’dan azar yememek için bütün tarakka. Daha önceleri yazımda bahsettiğim hoca malum, kendisi ufak ama şamarı büyük Halil Şen. Hocanın korkusundan on dakikalık teneffüste elime gelen kitabı alıp geleceğim.

Hışımla girdim kapıdan fakat kütüphanede sessiz olmak lazım şartını unuttum, girişteki memure hanım kaşını çatınca bütün bedenimi sessize aldım otomatik olarak. Otomatik olarak diyorum çünkü bahsettiğim yıllarda asık surat, çatık kaş, sallanan parmak geleneksel bir mesaj kalıbıydı. Her yetişkinin, sanki hakkı varmış da her çocuğu paralaması kültür mirası gibi bir şeydi. Merdivenleri çıkarken zeminin yumuşaklığına takılırdı aklım her zaman. Yerler halıydı, tek renk bordo ya da yeşil rengi net hatırlamıyorum. Üst kata çıktım elime gelen kitabı alıp gideceğim diye düşünürken, ileride köşede tanıdık akran kıkırdamaları dikkatimi çekti. Kafamı uzatıp bir baktım ki bizim sınıftan birkaç arkadaş, bir masanın etrafında toplanmışlar bir şeyler yapıyorlar.

Yanlarına yaklaştım, baktım ki bir oyun oynuyorlar. Bir masa oyunu, kare zemine yerleştirilmiş taşlar hem fısıldaşıyorlar hem de oynuyorlar. Yancı arkadaşlardan birisine göz kırptım masayı gözümle işaret ederek. O arkadaş yanlış hatırlamıyorsam Soner, işaretten oyunun adının ne olduğunu sorduğumu anladı ki “Satranç” Diye sessizce konuştu. “Satranç mı? O da ne? Dedim” İçten içe. Baktım ki at var, kale var, fil, şah, vezir; “Bu nasıl bir oyun?” Dedim tekrar içimden.

Soner, gözüme bakarak “Gel oynayalım biliyorsan.” Diye sordu. “Nasıl oynanıyor bilmiyorum ki?” Dedim sessizce. Biz fısıldaştıkça arkadan bir memur “Şşş” çekiyordu, arkadan memur “şşş” çektikçe masada arkadaş Şah çekiyordu. Oyun inanılmaz dikkatimi çekmişti çünkü benim babamın sokak arası kahvesi vardı ve ben tavlacı, damacıydım. Satrancı o yaşıma gelene kadar hiç duymamıştım. Soner, “Gel öğreteyim taşları, hareketleri.” Dedi. (Soner belki de sen bu anıyı unutmuşsundur ama teşekkürler kardeşim kelebek etkisi senle başladı şimdi oğluma öğretiyorum).

Geçtik yan masaya bir satranç takımı getirdi. İşte şah bu en önemli taş, vezir böyle bir taş, at şöyle bir taş, fil çapraz gider vesaire taşları hızlıca tanıdık derken bir baktık ki saat almış başını gitmiş. Arkadaşlar koşa koşa gittiler, ben bir iki dakika daha orada kaldım. Galiba “Bir süre daha oradan ayrılmak istemedim.” Sözü bu olsa gerek. Sonra elime kaptığım kitabı aldığım gibi koştum. Sınıfın kapısına yaklaştığımda bir kulak kabarttım ne hoca sesi vardı ne de öğrenci. Yutkunarak girdim sınıfa Halil Hoca bir baktı geç yerine dercesine kafası ile işaret etti. Yırttık dedim. Sonradan öğrendim ki benden önce gelen arkadaşlar, Soner dahil geç kalınca tokadı yemişler.

Zaten hayal dünyam genişti ve satrançla tanışmak, hayal dünyalarında yaşama fantezimi pik yaptırmıştı. Sağ olsun emekli maaşı ile bizi harçlıksız bırakmayan babamdan aldığım harçlıkları biriktirerek ilk satranç takımımı almıştım. Kendi kendime satranç oynuyordum, “Karşıma bir rakip gelirse, şöyle hamle yaparsa şöyle yaparım, böyle oynarsa böyle yaparım.” Diye kendi kendime antrenman yapıyordum. Artık bu antrenmanlar o kadar çok uzun zaman alır olmuştu ki annem bir gün ben okuldayken satranç takımımı ortalıktan kaldırmıştı. Annem kontrollü bir şekilde satranç olayıma müdahale etmeseydi belki de o zaman ben farkında olmadan Stefan Zweig’ın kitabında bahsettiği Dr. B. Karakterine benzeyecektim.

Çevremde satranç bilenler artık karşımda duramıyordu. Beni yenecek birilerini bulana kadar satranç oynamaya devam ettim, sanki bir misyonmuşçasına çevremde bilmeyenlere de satranç öğretmeye çalışıyordum ama zamanla satranca olan ilgim azalmaya başladı. Sonra liseye geçtim, duydum ki okulda turnuva olacakmış hemen kaydımı yaptırdım. Hem farklı tanımadık rakipler bulayım hem de seviyemi bileyim diye. Altı maç olacaktı ve dört galibiyet alan bir üst tura çıkacaktı. İlk maçımda zorlanmadım ikinci maçımda biraz terledim. Üçüncü maçımda, lise üçüncü sınıftan birisine öyle bir tosladım ki turnuvada ilk mağlubiyetimi aldım. Sonradan öğrendiğim kadarı ile beni madara eden çocuk geçen senenin lise şampiyonuymuş. “Sıkıntı yok, finalde karşılaşırız.” Dedim. Özgüven Nirvana, özgüven Klimanjero. Eve geldim Dr. B. moduna girdim kendi kendime antrenman yapmaya devam ediyorum. Kurdum kendimi finalde adamı hacamat edeceğim. Geceleri uyuyamıyorum, Elizabeth Harmon’ın tavan satrancını ben 95 yıllarında keşfetmişim ya, Harmon da kim oluyor? Saçını başını yolar, bacaklarını yırtarım Harmon’un da geçen senenin şampiyonunun da.

Ertesi hafta dördüncü maçıma çıktım. Hafif tombul; Air Jardon ayakkabısı giymiş, kravatı gibi kendinin de gevşek olduğuna kanaat getirdiğim birisi geldi karşıma. Birkaç yancısını beraberinde getirdiği yetmemiş gibi egosuyla beraber gelmiş. “En sevdiğim rakip, eti yumuşak adam. Tebaasının önünde zevkle hacamat edeceğim bir adam.” Dedim içimden. Oyun tahmin ettiğimden uzun sürdü. Herkesin maçı bitmiş bizi izlemeye başlamışlardı. Bir hamlede kendimi Capablanca bir hamlede Lasker, bir hamlede Tal sanıyordum. Tam adamı sıkıştırmıştım ki şah çekti görmediğim bir hamleydi ve hemen pratik bir çözüm buldum. O zaman yanlış öğrendiğim bir kuralı unutmamacasına öğrenmiş oldum o pratik çözümle. Rakip şah çekmişti ve ben Rok atmıştım hem de Şah e2 de Kale h2 de konumluyken. Tekrar ediyorum Şah e2 Kale h2 de. Yani yanlış kere yanlış bir hareketti yaptığım hareket. Bizi izleyen maçı bitmiş olan bütün oyuncular kahkaha atmıştı. Tepemden aşağı kaynar sular dökülmüştü. “Ne oldu? Neden güldünüz?” Diye sorarken yumuşak etli diye küçümsediğim çocuk, bir anda satranç hocası oluvermişti. Rok’u da böylece öğrenmiş olduk. Tabi karizmayı çizdirmiştik. Nirvana’da olan özgüven Lut Gölü seviyesine inmişti. Oyundan koptuğum içinde adam şahımı balona bindirip beş hafta gezdirmişti.

Bu kadar hikâyeyi neden anlattığıma gelince, bir ben  bir storyteller’ım. İki Rok çok özel bir hamledir. Üç hayatta bir şeyler öğrenmek için başınıza bir şeyler gelmesine gerek yok. Her zaman alay işe yaramıyor özellikle bu çağda mektepli de olmak lazım. Dördüncü ve önemlisi ise epey klasik olacak ama rakip küçümsenmez. Eti yumuşak da olsa küçümsenmez. Zira en çok hatayı kendimizi üstün ve her konuda bilgili gördüğümüzde yapıyoruz.

Not: Rok; Farsça kökenlidir ve Rukh kelimesinin okunuşundur.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.