Yüzüncü Merhaba
Sizler kıymet verip bu satırları okumasanız bizlerin de yazmasının bir anlamı olmayacaktı muhtemelen. Nice yüzüncü buluşmalarımız olur umarım.
Sıcak kelimesinin serin kaldığı Çukurova yazından herkese merhaba.
Bir aylık aranın ardından tekrar sizlere kafamdan geçen fikirlerden yakalayabildiklerimi derleyip anlatmak mutluluk verici.
Bu sıradan Temmuz Çukurova’sında sıcaktan gayrı sizlere paylaşacak pek bir şeyim yoktu esasen ama birden bu yazının Mevzuhaber’deki 100. yazı olduğunu fark edince “vay be” diyerek geriye yaslandım. Benim gibi hayatında 100 hafta üst üste herhangi bir şeyi yapmayı başaramamış bir insan için bu büyük başarıydı. Sonra fark ettim ki şu hayatta sıkılmadan değil yüz, bin hafta yapabileceğim 2-3 şey var. Bunlardan birisi yazmak.
Yazmak ama nereye? Günümüzde ne yazdığınız kadar nereye yazdığınız, kime yazdığınız da çok önemli. Yazma tutkumu başka mecralarda giderdiğim oldu ama hiçbirisinde 100. yazıyı göremedim. Ya ben eyvallah deyip gittim, ya da yazdığım yerler eyvallah deyip beni uğurladı. Demem o ki bir insan bir mecrada 100 hafta yazı yazabiliyorsa bu başarı yalnızca yazana ait değildir. Yazana, yazılana ve okuyana saygısını bozmayan mecralar bu başarının mimarıdır. O yüzden “Portakal Çiçekli Merhaba” yazımda teşekkürle başladığım MevzuHaber ailesine, Genel Yayın Yönetmeni Fatih Özben’e 100. yazıda da teşekkür ediyorum.
Yazarları yaşadıkları coğrafyadan ayrı düşünmemek gerek. Çünkü illa ki satırların bir yerinde içinde bulundukları coğrafyadan esintiler bulursunuz. İsteseler de istemeseler de yaşadıkları coğrafyanın sözcüsü oluverirler. Ben de ilk yazımın başlığını bu yüzden “Portakal Çiçekli Merhaba” koymuştum. Ve o yazıda şunları söylemiştim;
“Yazılarımı sizlere Çukurova’dan yazacağım için istiyorum ki her Cuma portakal çiçeğinin kokusunu satırlarıma sıkıştırayım, pamuk tarlasına vuran akşamüstü güneşinde tarım işçilerinin çadır sohbetlerini taşıyayım, yalın ayak asfalt sıcağına kafa tutan çocukların heyecanını, kavruk tenlerin kavgasını, sevdasını, tutkusunu taşıyayım. Üzeri çinko levha kaplı atölyelerdeki işçileri, birbirine bitişik damlı evlerin birbirine eş kaderlerini, sokak başlarındaki seyyar kebapçı tezgâhlarını, gün doğumunda evine dönen vardiyacılarını, namaza giden dayılarını… Uzatmayayım; her hafta çok başka konuları konuşacağız, fakat hepsinde bu toprakların izleri olsun istiyorum.”
Bu yazının üzerinden iki yıl geçti. Bu süre zarfında benim de sizlerin de hayatında çok şey değişti eminim. Pandemi, virüs, ekonomik kriz, deprem, seçim hepsini geride bıraktık. Kimisi bizde izler bıraktı kimisi gündemimize bile girmedi. Bundan sonra neler yaşayacağım, hayat beni nereye götürecek de nereden susuz getirecek bilemem ama bildiğim şu ki; hayatta olduğum sürece bir şekilde yazmaya devam edeceğim. Satırlarımın arasına portakal çiçeğinin kokusunu kondurmaya devam edeceğim.
Son ve en büyük teşekkür de siz okurlara…
Sizler kıymet verip bu satırları okumasanız bizlerin de yazmasının bir anlamı olmayacaktı muhtemelen. Nice yüzüncü buluşmalarımız olur umarım.
Sağlıcakla ve serinlikte kalın.
Elinize emeğinize sağlık Hanifi bey 😊
Teşekkür ediyorum Şeyma Hanım.