DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Ben Bir Gürgen Dalıyım

Sesli Dinle

“ Her şey gibi, o da insanda başlayıp insanda biterdi. Bu yüzden cepheler falanca dağda ya da falanca ovada değildi. Cepheler bütün acımasızlığıyla insanoğlunun içindeydi. Toprağı titrete titrete yürüyen tanklar, art arda gümbürdeyen toplar ve durup dinlenmeden kurşun kusan tüfekler insanoğlunun içindeydi.”

Ben Bir Gürgen Dalıyım
05.08.2021
4.684
A+
A-

HASAN ALİ TOPTAŞ

 “Ak sakallı meşenin dediği gibi, insanın zalimliğine ağaçlarla kuşlar, böceklerle otlar, hayvanlarla taşlar değil; ancak insan karşı koyabilirdi.

Dönüp dolaşıp insanda başlıyordu her şey, dönüp dolaşıp insanda bitiyordu.

Gerisi boştu…”

Gün kızıllığının alev kızıllığına karıştığı; yeşile kara çalan dumanların öbek öbek bulutlara karıştığı; cennet vatanın dört bir yanının alevlerle sarılı olduğu bir zamanda; bir gürgen dalının yolculuğuna, onun dilinden şahit olmak düştü şu bahtsız günlerde bahtıma.

Öyle bir misafirlik ki, içinize batıyor satırların her biri. Akdeniz’de, Ege’de, Anadolu’daki yanan ağaçların dumanı kaçıyor gözlerinize. Yakıcı bir kızıllığın, umutsuz kızgınlığı doluyor benliğinize. Ben Bir Gürgen Dalıyım dese de kitabın kapağı, sadece bir gürgenin değil, bir çam ağacının, bir köknarın, bir meşenin, bir kızılçamın hikâyesine de tanık oluyorsunuz.

Hasan Ali Toptaş tarafından kaleme alınan Ben Bir Gürgen Dalıyım adlı eser, bir gürgen dalının ağzından anlatılmakta. Bu nedenle bir gürgen dalının ağzından tanık oluyoruz hayata; insanın dünya üzerindeki yerine ve bir ağaç üzerinde bıraktığı intibaya… Baktığını görmeyen, duyduğunu idrak etmeyen, varlığı var edene rağmen kendinden başka yaratılmış hiçbir şeyi canlı olarak algılamayan, dünya kurulduğundan beri kendine dokunulmadığı sürece üç maymunun oynamakta beis görmeyen insanı, şu sözlerle anlatıyor kökünden ayrı düşmüş bir gürgen dalı.

“Sağırdı çünkü o; korkularıma da, yeşillerime de, duruşuma da sağırdı. Sözün özü, insanoğlu benim soyumun dilini çözememişti henüz, kokuca konuşsam da anlamazdı, renkçe konuşsam da…”

Elimize aldığımızda bir solukta bitirilecek bir kitap Ben Bir Gürgen Dalıyım. Oysa o kadar çok şey anlatıyor ki küçücük bünyesinde. Kuruyup ölene kadar, yanıp kül olana kadar çektiği acıya, şahit olduğu acımasızlığa şahit tutuyor bizi bu satırlar.

Bu yüzden kesilirken ki acısını hissediyorsunuz bedeninizde. Suratınıza kapanan bir kapı olduğunda sizden önce duyduğu hicabı duyuyorsunuz; sevdiklerinizi toprağa emanet etmeye götüren bir tabut olduğu vakit sizden önce damlatıyor özündeki yaşı ve yetmiyor; benzine vurulmuş bir kibrit parçasıyla dalları kızıl aleve sardığı vakit yahut yeşile gebeyken, bedenine vurulan motorlu testerelerin dahi acısını aratacak bir acı ve utançla, yok oluşuna şahit tutuluyorsunuz bu kitapta.

Yazılan, yazandan çıkıp basıma gittiği andan sonra miri malı olur ve her okuyanla yeni bir kimlik, yeni bir hayat bulur. Yazana kırgınlık yahut kızgınlık duyulması, eserin değerini ya da anlattığı gerçeği öldürmediği için vardım Ben Bir Gürgen Dalıyım’ın satırlarına. Zira edebiyatı insandan, insanı edebiyattan ayıramadığımız bir zaman diliminde, yine de bir taraf seçilmek durumunda kalınırsa, önceliğin daima insan olması kanaatindeyim.

Ben Bir Gürgen Dalıyım, çatlamış bir tohumun kök salmasını ve dallarını ufka doğru açısını; gölgesinde serinleyen cümle insan ve hayvanlarla birlikte; dallarına yuva yapan serçelerle, muhabbet kuşlarını; bir rüzgârın esmesiyle yapraklarındaki yeşilin huzura davetkâr sesini anlatıyor. Sonrasında kendine doğru gelen iki ayaklı ecelin baltasıyla devrilişini, yok oluşunun nasıl olacağını düşünürken, bir marangozhaneden insanlığın utancına doğru yol alışını anlatıyor.

Peki, neden okumalıyız bu kitabı?

Ülkece yandığımız, yakıldığımız bir zaman diliminde doğaya karşı yapılan her tahribatın, kendi ellerimizle kendimizi yok etmekten başka bir şey olmadığını artık anlamamız gerektiği için okumalıyız. “CANLI!” dendiği zaman kendimiz dışında da varlıkların nefes aldıklarının ayrımında olmak için okumalıyız. Bir sincabın, bir kaplumbağanın, bir serçenin, bir gürgen dalının da bizler kadar yaşama hakkı olduğunu bilmek için okumalıyız. Dünya denen bu sürgün yerinin yeşil olmadan, hayvanlar olmadan, bitkiler olmadan, sevgi olmadan yaşanılabilecek bir alan olmadığını öğrenmek için okumalıyız.

Gönlündeki yeşile kıyamayan ve Anadolu’nun dört bir yanındaki yangınlara çare olmak dilerken çaresizliğin belini büktüğü cümle satır seyyahlarına tavsiye olsun.

“ Her şey gibi, o da insanda başlayıp insanda biterdi. Bu yüzden cepheler falanca dağda ya da falanca ovada değildi. Cepheler bütün acımasızlığıyla insanoğlunun içindeydi. Toprağı titrete titrete yürüyen tanklar, art arda gümbürdeyen toplar ve durup dinlenmeden kurşun kusan tüfekler insanoğlunun içindeydi.”

Hatta henüz icat edilmemiş silahlar da insanoğlunun içindeydi.

Yani, insan bir savaş alanıydı. Ceket, gömlek, pantolon ya da etek giymiş, kravat takmış, tıraş olmuş kokular sürmüş bir savaş alanı. Gülümseyen bir savaş alanı. Öpen hatta okşayan, konuşan, susan, çiçekler alıp çiçekler veren bir savaş alanı.

Peki, bir barış bahçesi olamaz mıydı aynı insan? Şöyle, güllerin kuş cıvıltılarına, kuş cıvıltılarının güllere karıştığı, mutlu yüzlerle dolu rengârenk bir barış bahçesi?”

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.