Kendimizi Şaşırtabilmek
Kendimizi şaşırtmayı bilmeliyiz. Kendimizdeki değişime şaşırmaktan daha fazlasını yapmalıyız. Selam olsun dolunayın ışığının aydınlattığı geceye…
Kuşları okuyorum içimde, ağacın kuşlarını,
Yeni pişmiş çilek reçeli gibi kaynayan
Dalların üzerinde..
Gemilere dadanan kuşları okuyorum bir de
Göklerde bir başına dolaşan
Görkemle
Büyük denizlerdeki yalnız kuşları
Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları
Okuyorum da
Kuş olsun, insan olsun
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı
İşte
Suları fiyakayla göğüsleyen yelkovan kuşları
Geçiyorlar martıların peşi sıra
Ve küçük bir evin üst katı martı
Duvarlarından sümbüller akan
Sanki çok öpüşmelik kuşlar bunlar, çok sevişmelik
Ve seninle biz iyi ki
Sevmelerin ustasıyız, güzel şaşkınlıkların
Önce yüreklerimizi alıştırmışız buna, sonra kafalarımızı
Ki bu yüzden içimiz hiçbir zaman yoksul değil
Yoksul olmadı.
Edip Cansever ne güzel söylemiş İdris’le Konuşma şiirinde. Değiştirmenin mümkün olmadığı durumlar içinde insanın söyleyecek birkaç sözü olmalı. Yada söz söylemiş birini tanımalı. O yüzden okudukça dinledikçe zenginleşiyoruz ya. Bize dost olacak insanları da yıllardan hasret kaldığımız samimiyeti sıcaklığı da yerine göre bazen bir şiirin satırlarında, bazen bir hikâyenin en silik karakterinde, bazen de bir masal kahramanının hikâyesinde. Murathan Mungan’ın söylediği “Yürüyüp geçeceksin, hep yürüyüp geçeceksin. Ben öyle yaptım. Hep yürüdüm. Herkesin her şeyi anlamasını bekleyemezsin. Sen yürüyüp gideceksin. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak, dünyanın hepsine yetişemezsin ki.” Sözlerine baktığımızda da her gün içimizdeki yetmeye çalışma, takdir görmeye çalışma güdüsünü görebiliyoruz. En azından kendini hırpalayanın sadece biz olmadığını görüp bir oh çekiyor olabiliriz ama buna gerek bile kalmasa.
Hayatımızda yeni güne gözümüzü açtığımız her gün şükredecek ne çok şeyimiz olduğunu bilsek. Her gün bu hayatta aynı karanlığa uyanan veya aynı sessizlikle ömür boyu yaşamak zorunda olan insanları unutmasak. Biz çoğu zaman şükretmeyi unutuyoruz yada minicik, önemsemediğimiz bir uzvumuzun yada hayat rutinimizin elimizden alındığında hayatımızın ne çok değişeceğini, sürekli hissettiğimiz yada hissettiğimiz sandığımız yalnızlığın ne kadar önemsiz küçük bir detay olduğunu görsek.
Yürümenin Felsefesi kitabında şöyle bir şey geçmektedir: Herhangi bir eylemin ne kazandıracağı değil, bu eylemin gerçek hayattan neyi alıp götüreceği sorulmalıdır. Bir şeyin maliyeti aslında ister derhal ister uzun vadede olsun, hayatta neye mal olduğuyla ölçülür.
Hayatımızda nelerden ne için vazgeçtik acaba ki bazen farkında olmadan kendimizden geçtiğimiz dönemler vardır. Kendimiz olmaktan çıktığımız, kendimize yabancılaştığımız zamanlar…
Yannis Ritsos belkide en güzel özeti yapmış:
Göklere inanırdım eskiden,
ama sen, denizlerin derinliğini gösterdin bana, ölü kentleri, unutulmuş ormanları, boğulmuş gürültüleriyle.
Gök şimdi yaralı bir martı, süzüldü denize.
Sana kargaşalığın üzerindeki köprüyü kurmaya çalışan bu el kırıldı.
Bak bana: ne kadar çıplak ve suçsuz duruyorum önünde.
Üşüyorum, bacım.
Kim getirecek bize ellerimizi ısıtacak güneşi?
Susuyorum. Dinliyorum.
Kimseler geçmiyor gecemizin karanlık sokağından.
Yıldızlar kazaya uğramış karanlık surların ucunda sendelerken koparıp alınan bir kartalın paslanmış gözlerinde.
Bağlı ellerin kapıyor çıkış yolunu.
Yalnız senin sesin adımlıyor gecenin dehlizini çarparak taşlara uzun kılıcını.
Vakit geç.
Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki?
Bazen inandığımız yerlerin veya fikirlerin dışına çıkmayı bilmemiz gerek. Her şeye dışardan bakabilmeyi. Kendimizi bile dışarıdan önce biz görebilmeliyiz. Çok yönlü düşündüğümüzü sanırken aslında sadece kendi açımızdan düşünüyor olduğumuzu, karşıdakinin de bizim görmediğimiz bir yerden canının yandığını anlayamadığımızı fark edebilmeliyiz. Kendimizi şaşırtmayı bilmeliyiz. Kendimizdeki değişime şaşırmaktan daha fazlasını yapmalıyız. Selam olsun dolunayın ışığının aydınlattığı geceye…