DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Cehennemin En Soğuk Yeri

Sesli Dinle

Kendimize odaklanmışken en yakınının durumundan bihaber olan bizler …

06.07.2020
15.324
A+
A-

Eskiden bir şeyleri araştırmak için kütüphaneye gidilirdi. Raflar arasında saatler geçirilerek kaynaklardan taramalar yapılırdı. Oradan ulaşılamayan bilgiler için uzamana ya da bir bilene gitmek gerekirdi. Şimdilerde ise internette arama motorundan aradığınız birçok şeye ulaşabiliyorsunuz. İnternet bilgi çöplüğü olduğu için tek yapmanız gereken: tasnif, kaynağın doğruluğu ve içselleştirme. Bunları yaptık mı? O zaman tamam, bilgiye ulaşıldı. Bu arada yukarıda saydığım yöntemler gazetecilikte, araştırma işlerinde olan yöntemler değil aslında. Biraz önce uydurdum, doğrusu bu hoşuma da gitmedi değil. Osmanlıda, Müneccimbaşı diye bir meslek ya da makam varmış. Bu makam, şimdiki adı ile departman ya da bölüm artık sıfatı her neyse ve kaç kişiden oluşuyormuşsa, bir de “Baş” varmış. Nüfus fazla, yönetilecek toprak çok olunca normal olarak görevli de çok oluyor demek ki.

Ben bu Müneccimbaşılığı çok merak ederdim, detaylı olarak incelemek bu güne kısmetmiş. Müneccimlik işi yani Osmanlıda ifa edilenin İslamiyet’te yeri yokmuş.  O yüzden de konu, en amiyane tabirle, çok sakat bir konu. Şimdi kısa bir analiz yapalım. Kelime Arapça, anlamı da yıldız olan “necm”den geliyor. Yıldız ilmi ile uğraşan kişiye de Müneccim deniyor Arapça. TDK Sözlüğe baktığımızda ise “Yıldız Falcısı” olduğunu öğreniyoruz. Bu mesleğin kökeni ise “Muvakkitlik”ten geliyor. Muvakkit ise “Vakit işi ile uğraşan kişi” demek oluyor kısaca. Sözlüğe baktığımızda ise “Güneşe bakarak namaz vakitlerini hesaplayan kimse” olduğunu öğreniyoruz. Yine Osmanlı tarihine baktığımızda, İmparatorluğun Muvakkitlik mesleği ile 1400’lü yıllardan sonra tanıştığı bilgisine ulaşıyoruz. Çünkü ilk muvakkithanenin Fatih Camii’nde yapıldığı bilgisi ortaya çıkıyor. O zamana kadar hiçbir camide böyle bir oda yok. Muvakkitler çok hassas bir işle uğraştıkları için toplumda sözü geçen kişiler oluyor.  Deyim yerinde ise maneviyatlı kişilerden seçiliyor çünkü işte mesuliyet çok büyük. Muvakkitlerin ayrıca toplumda “ihlas vakti”, “eşref saati” olarak bilinen hayırlı vakitleri tespit ettiğine inanılıyormuş. Padişahlar, bir karar almaları gerektiğinde ihlas vaktinde karar almaya başlıyorlar. Bir iş yapılacağı zaman da hayırlı vakitte başlanması isteniyor. Hatta şehzadelere dikilen “tılsımlı gömleklerin” – ayrı bir kitap, makale konusudur- bu vakitlerde dikildiğine dair rivayetler dolanıyor. İşte dananın kuyruğu burada kopuyor muvakkitlik mesleği maneviyatla, ihlas vaktiyle, güneşle, yıldızlarla, gaipten haberlerle olunca “muvakkit” oluyor sana “müneccim”. Vakit mefhumunun İslamiyet’te en önemli konulardan birisi olduğu biliniyorken, teknolojinin zamanla ilerlemesi ve vakitlerin cetvelleştirilmesi, yıllıklaştırılması ile muvakkitlik, saat tamirciliği mesleğine kayıyor. Müneccimlik ise önemini hiç kaybetmiyor. Maneviyatlı Muvakkit, Süfli Müneccimliğe yenik düştükçe saraydan uzaklaşıyor da denebilir. Müneccimliğin ömrü ise 1924 yılında doluyor.

Şimdi sabırlı okuyucular, müsaadenizle internet dünyasında Fuzûlî’nin olduğu sanılan ama Sâbit’e ait olan bir söz ile devam etmek istiyorum:

“Şeb-i Yelda’yı Müneccim ve Muvakkit ne bilir? Müptelâ-yı Gam’a sor kim geceler kaç saat?”

“En uzun geceyi müneccim ve muvakkit bilmez.” diyor. “Derdinden, kederinden, acısından, gamın bağımlısı olan; gözüne uyku girmeyen kişi bilir.” demek istiyor. “Onun âlim olmasına gerek yok.” diyor. “Ona her gece uzun, her gece kahır.” diyor.

Asıl anlatmak istediğimiz yere vardık işte. Şimdi Müptela-yı Gam kim? Geçen sene 4 yaşında öldürülen Minik Leyla’nın ailesi, 8 yaşında öldürülen Eylül’ün ailesi. Müptela-yı Gam kim? Geçen hafta minik cesedi bulunan İkra’nın ailesi. Vaziyet o kadar acınası olmuş ki ölümü kabul ediyoruz da “İnşallah tecavüze, istismara kurban gitmemiştir.” diyoruz. Ne acı! Kim Müptela-yı Gam? Özgecan Aslan’ın ailesi elbette. “Keşke yakmasalardı. Çok canı yanmıştır kuzumun!” diye ağlayan o annenin duygularını kim anlayabilir ki?  Müptela-yı Gam o kadar çok ki, Şair yazınca aşk acısından kederlenip yazıyor. Gerçeğin soğukluğundan keskinliğini tatmaya fırsat kalmıyor. Çocuğunun yanında katledilen anneler, pantolon alamadığı için banyoda kendini asan babası olan çocuklar, pazara gitmek için cebinde parası olmadığından intihar eden eşler. Bunlara sebep olanlara kanunun yetmediğini düşünüyorum bazen. İşin en ilginç tarafı ise bu yaşanan duyguları yaşatanlar hep en yakınları. Yani aynı türü paylaşan canlılar, bizleriz. Yokluk içinde gururundan durumunu dile getirmeyen kişinin kapısını çalmayan bizler. O cani dediğimiz insanları “Aslan oğlum yapar!” diye yetiştiren bizler. Kendimize odaklanmışken en yakınının durumundan bihaber olan bizler.

İşte tam da bu yüzden insanüstü varlığa burada daha fazla ihtiyaç duyuyorum. Ancak Allah adaleti veya Allah cezası gerek bunlara diyorum. Bir adalet tecelli etsin istiyorum. Gideni geri getirmeyecek ama bir bedel bir ceza arıyor aklım. İnsanın kendi adaletini kendinin tecelli ettirmesi düşüncesi dahi kifayetsiz kalıyor. Oysa şöyle sağlıklı düşünüldüğünde, bir caniye verilecek en büyük ceza onun gibi olmamaktır elbette. Buna rağmen sağlıklı düşünmek mümkün olmuyor. Aklına hücum eden düşünceler, acı ile bütünleşiyor ve nasıl yaktıysa canları, öyle yansın onun da canı diyorsun. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sinde geçer. “Cehennem sadece sıcak değildir. Çok soğuk yerleri de vardır.” “Cehennem Sıcağı” lafı kulaklara o kadar çalınmış ki o kadar çok duymuşuz ki önemini yitirmiş, sıcaklık korkutmuyor artık. Bunlara sebep olanların o soğuğa atılmasını istiyorum işte. Yavaş yavaş parmaklarının uçları morara morara, etleri didile didile, dili dişine yapışa yapışa acı çekmeye başlasınlar ve tahayyül edemediğimiz bir sürü acılar çeksinler istiyorsun. Bedenlere verdikleri acının karşılığını bedenlerinde yaşasınlar. Böylece ruhlarda açtıkları yaraların cezasını da çekmiş olurlar.

“Cehennemin Dibi” orası işte; en soğuk, en hak ettikleri yer.

YORUMLAR

  1. Ramis sözeri dedi ki:

    Muazzam bir yazı

  2. Muttalip Söylemez dedi ki:

    Yüreğinden geceni dile dökmek kolaydir bazen. Yuregimizden geceni yüreğe dökmüşsünüz.

  3. Süleyman karaç dedi ki:

    Çok güzel bir yazı.