Duygusal Gerçeklikler
Yalnızlığımızla da barışık olmalıyız. O da her duygumuz gibi gerçeğimiz. Kırgınlıklarımızda bizdendir. Bu duyguların hepsi içimizde yatan birer küçük evcil hayvanımız gibi.
Bazen öyle anlar vardır ki ölümsüzleştirmek istersiniz, keşke bir çerçeveye sığdırılabilse ve o anı unutma ihtimali tamamıyla ortadan kalksa. Hatırladıkça yüzünüzde istemsizce bir gülümseme oluşturur ve içinizi sıcacık yapar. Bazen korkarsınız o güzel anı unutmaktan ya da eksik hatırlamaktan. Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin yüreğinizi sıcacık yapan bir anınız olması insana hep iyi gelir. Böyle anları güzel yapan o andaki kişi olmayabilir her zaman asıl olan da olmamalıdır. Kendi mutluluğumuzu birine bağlarsak o kişi ortadan kalkınca elimizdeki o güzel anın tadın kaçar. Oysaki biz o an hissettiğimizde kalmalıyız. Çünkü insanlar bir var bir yokmuş.
Yalnızlığımızla da barışık olmalıyız. O da her duygumuz gibi gerçeğimiz. Kırgınlıklarımızda bizdendir. Bu duyguların hepsi içimizde yatan birer küçük evcil hayvanımız gibi. Onların varlığı bizi korkutmamalı. Nasıl ki mutluyken kendimizi çok güçlü hissediyoruz, yalnızken de kırgınken de aynı hissedebilmeliyiz. Bu kendimizi hangi duygu içinde olursak olalım o duygunun içinde tanımak tanımlamak oluyor. Her duygunun mayası farklı o yüzden onu kendi yöntemiyle mayalanmaya bırakmalıyız.
Ege Soley Yakın kitabında şöyle diyor: “hep taze çiçekler, mis kokular, kolalı manşetler, ütülü parçalar değildir hayat. Yürürken köşesi kırık bir kaldırım parçasından su sıçrar üstüne, paçan ıslanıverir. Yanlış bir söz söyleyeceği tutar birinin hiç yoktan, senin için kırılıverir. Hiç düşünmeden azıcık suya koyar sonra da orada unutuverirler seni, yaprakların soluverir. Ama hayat tam da böyle bir şeydir. Hayat bazen birazda bunları böylece kabullenmektir. Bütün bir gün ıslak paçayla gezmeyi, kırık içinle uzun zamanlar geçirmeyi, kurumuş yapraklarını zamanla dökmeyi kabul etmektir. Kaçmamaktır hayat, olana, olduğu kadarına tamahtır.”
Beyaz Ölüm Kuşları
Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kâğıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür
Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk
Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeleyen
Ve biçimleyen
Ve hep önce kendisiyle biçimleyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işleyen
Anneyi o usta nakkaşı, Unutmadık
Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra her şey ve herkes çocuktan var oldu
Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri
Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
Takılır gibi eski bir gramofona titrek bir iğne
– bu ayıp bu günah
Bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
Ayak ne der
Bırakmaz çocuğu çocukça yaşamaya
Ama bir gün anneyle de hesaplaşılır
Çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
Anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
Bölüşür anneliği babanın kasığında
Çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
Ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
Niye baba
Ve bir gün babalar ölür
Tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde
Her tanrı biraz baba gibidir
Yiğit ve erkektir çocukları koruyan
Umacılar ve peri masallarının korkulu padişahı
Çünkü tanrıyı yaratan ve öldüren şeyler aynıdır
Vurunca acının ilk gölgesi yaratır kuşkuyu
Acının padişahı elbette zalim olur
Ve bilincin duvarına çarpınca şaşkınlığı
Bir soru önce acıya sonra acıya uzanır
-hey tanrı
Hani tanrı
Böylece o gün tanrı da ölür
Şimdi annenin yüreğinde ışıyandır
Sevginin ıslak soluğuyla örgülü tapınak
Bir gün bir kalem bir hokka içindeki kana bulaşır
Akıtır mürekkebini sevda denilen papirüse
Hani ki bir kuş gelir bir tapınağın duvarına yuva yapar
Çökertir tapınağı daha bir güzelleşir yuva
İşte artık ne anne ne tapınak yıkılır gözyaşlarının sığınağı da
Sonra bir gün anneler de ölür
Gerilir gıcırtısı bir tüfek tetiğinin
Öfke yalnız tekliği besler büyür çocuk, çocuk büyür
Sesi nemli yine elleri yine soğuk
Hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk
Nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen
Çocuk çocuk sana bir dost gerek
İşte yeniden giyiniyor kendini çocuk
Bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymayan yanlarını
Kendini üstlemişsin var olmak için susmalar köprü
Çocuk sana bir aşk gerek
Sen iyilikler ve güzellikler uzmanı
Suskunun gizemli sabrı
Bir teraziyi en iyi kullanan
İğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü
Karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu
Ey hayat canbazı
Ey ip şaşkını
Ezberle o incecik tel üzerinde hayatı dengeleyen asayı:
Aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk
İkisini de doğuran şey aynıdır
Bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan,
Bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan,
Uyuz bir kedi gördükçe kanı kudurtan, suyu yüz derece sıcaklıkta donduran,
Anneyi üreten babayı çoşturan çocuğu güldüren, seni izmirlere çılgın gibi koşturan,
Bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, bir mektubu ısrarla bekleten,
Umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan bir çıbanı irinle onduran aşka merhem sürdüren
Güneşsiz bir gök gördükçe öldüren.
Bir gün aşk da ölür
Ve başlar sıkıntısı kuralsız bir çelişkinin
Yapışkan bir sevişmenin sancısı doldurur boşlukları
Ve tutku aç bir güve gibi kemirirken sevdayı
Dölün pasıyla bulanırken sevginin beyazlığı
Ah şimdi kim inandırabilir bu eski çocuğa aşkın ve dostluğun varlığını
Bir gün ansızın yiter dostalar ve sevgililer
Etin ve kemiğin sıcaklığıyla solar sevdalar
İşte o gün her şey ölür
Şimdi bu yüreği nerelerde beslemeli
Bütün saksıları kırılıyorken güneşin büyüsüyle
Ve ölümler ilençliyorken en masum sevinçleri
Ve her sevgi kendisiyle çelişiyorken
Şimdi bu nasıl doğmaklar olur yeniden beyazlara
Ama şimdi kim kandırabilir sizi
Bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için.
Arkadaş Zekai Özger